Yaşam

Edebiyatın sıfır noktası: Yıkım edebiyatı

1947 yılının ilk aylarında genç bir Alman yazar kaldırıldığı hastanede hayatını kaybetmiştir. Öldüğünde şimdi 26 yaşındaydı. Cenazesi morga kaldırılırken radyoda yazdığı son tiyatro oyununun sesi duyulur. Trajik bir an. Askerlik yapmamak, savaşa gitmemek için verilen onca çaba, onca çaba boşa gitmiş gibi. Yıllar sonra, fırtınalı bir denizde yaşam mücadelesi veren bu gencin yazıları, sadece Alman edebiyatının değil, dünya edebiyatının değerli eserleri arasında yerini alır. Savaşın beslediği, büyüttüğü ve sonunda büyük bir yalnızlığa mahkûm ettiği bu genç adam, Wolfgang Borchert’ten başkası değildir. Yıkım edebiyatının, yani “edebiyatın sıfır noktası”nın en genç yazarıdır.

Behçet Necatigil’in son oyunu Kapı Dışında’yı 1962’de, daha sonra Kamuran Şipal tarafından 1965’te ‘Bu Salı’yı Türkçe’ye çevirdi. İşte o zaman Türkçe okur ilk kez Borchert ile tanışır. Bu genç yazarın eserlerinin bunlarla sınırlı kalmaması adettendir, eserlerinin tamamına yakını çeşitli zamanlarda Türkçeye çevrilerek okuyucunun beğenisine sunulmuştur. En son Everest Yayınları’nda Nilgin Tanış Polat’ın editörlüğünde bu genç yazarın bir seçkisi ‘Geçen Salı’ adıyla yayınlandı. Yayına hazırlanan kitap, kolektif bir eser olması bakımından değerlidir. Çünkü 18 yazar, Borchert’in öykülerinin her birini neredeyse aynı dil tadında Türkçe’ye çevirmiş.

Karaciğer yetmezliğinden hayatını kaybeden yazar, o son anlardaki duyguları arasında muhtemelen pek de bir “ölüm” yaşamamıştı. Kısa bir süre öncesine kadar milyonlarca insan hayatını kaybetti, birçok genç erkek ve kadın yaralandı, şehirler oturulamayacak kadar harabeye döndü ve ölen kişinin hayattan daha kutsanmış olduğu bir dönem vardı. Yani yaşamı ölümle eş tutan bir dönem vardı: Birinci ve İkinci Dünya Savaşları.

Wolfgang Borchert’i ilk kez doksanlı yılların sonunda, Melahat Togar’ın dikkatli çevirisiyle Cem Yayınları’nın ‘Çağdaş Alman Hikayeleri’ adlı çalışmasında tanıdım. Togar, Borchert’in ‘Kahve Ne Kötü, Bu mu?’ Adını Türkçeye çevirdi. ‘Geçen Salı’ seçkisinde birebir bir öykü, bu kez Yücel Mert Çakır’ın adıyla ‘Kahvenin Tadı Yok’ adıyla çevrildi. Hikâyede Tanrı hakkında söylenen sözler, yıllar geçmesine rağmen birçok kişinin aklında kalmıştır. “Tanrı’nın yüzü yoktu- Yüzü yoksa kulakları da yoktu belli ki. – Terk edilmelerinin ana nedeni buydu: Kulaksız bir Tanrı, onları sadece nefes almaya teşvik eden bir Tanrı. Acımasız ve harika.”(1)

Peki, Borchert’in Tanrı’ya karşı sert sözlerinin sebebi ne olabilir?

Geçen Salı – Çağdaş Klasikler, Wolfgang Borchert, 144 s., Everest Yayınları, 2023.

Borchert’in savaşı bizzat yaşamış ve savaş sonrası dönemde Almanya’daki yıkıcı sonuçlarını gözlemlemiş bir yazar olduğu düşünüldüğünde, sonrasında yazdığı kısa öykülerinde Tanrı’ya isyanı, insanların yaşadığı acıları, kayıpları ve çaresizliği yansıtması normaldir. savaş.

Sadece 26 yıl süren hayatının en verimli yılları, ciğerleri iflas edene ve genç yaşta ölene kadar savaşarak geçti. Muhtemelen tüm bu tankların, uçakların ve silahların ortasındaki bir virüsün neden olduğu bir enfeksiyondan öleceğini bir kez bile düşünmemişti. Kim bilir, ölümün yaklaştığı o karanlık noktada belki de aklındaki tek şey, Tanrı’nın orada olup olmadığı ya da neden bir şarapnel, bir kurşun, bir bombanın canını almadığıydı.

Borchert’in hayatı hakkında bilgi sahibi olmak bize onun son anında ne düşündüğü hakkında bir fikir verebilir. Bu genç adam, kendisini savaşa çağıran Hitler faşizminden hoşlanmamasına rağmen “Hitler Gençliği” ne katılmak zorunda kalır. Genç yaşına rağmen ne istediğini bilecek kadar aklı başındadır ve savaş ve Hitler’in faşizmi hakkındaki niyetleri Gestapo’ya uymayacak kadar tehlikelidir. Bu genç, Hitler Gençliği’nden ayrıldıktan kısa bir süre sonra bir bahaneyle tutuklandı. Serbest kaldıktan sonra bir yandan kitapçıda çalışıyor, bir yandan da oyunculuk eğitimi alıyor. Temmuz ve Kasım 1941 ortasında askeri eğitim aldı ve muhalefetine rağmen cepheye gönderildi. Askerliği yapmamak için kendini kasten yaralama suçundan hakim karşısına çıkarılıyor ve 3 ay hapis cezasının ardından tahliye oluyor. Ancak dışarıdaki hayatı uzun sürmez; Yazışmaları, mektupları ve özellikle Nazi Propaganda Bakanı Joseph Goebbels hakkında yazdıkları bardağı taşıran son damla oldu, vatana ihanetle suçlandı ve tutuklandı ve bir kez daha hapse atıldı. O yıllarda bu genç sık sık cezaevinde ve askerlik görevinin ortasındaydı. Her cezaevi askere harcanır, askerde yaşanan her olay yeniden cezaeviyle sonuçlanır. Son kez askere çağrıldığında bu kez ayakları donar ve askeri hastaneye kaldırılır. Savaştan sağ çıktığını zannederken bu sefer sarılığa yakalandı. Tanrı ile ilişkisini bozan muhtemelen bu genç adamın başına gelenlerdir. O dönemde yaşananlara ve yaşananlara baktığımızda, insanın kendi yıkıcı niyetini suçlamak yerine, olan her şey için Tanrı’yı ​​suçlaması oldukça yaygındır. Çünkü İki Dünya Savaşı tüm dünyada asırlık bir travmaya dönüşmüştü. Savaşın yıkımı o kadar trajikti ki, sanatçının bu yıkımı tam olarak anlatması ya da ondan kaçması neredeyse imkansızdı. Yıkımın enkazı dünyaydı, düşünülemeyecek kadar korkunç bir yerdi. İnsanoğlu kendi eliyle bir trajedi yaratmış ve o kadar çaresiz kalmıştır ki bu trajediden nasıl kurtulacağını bilememiştir. Bunu durdurabilecek tek güç Tanrı’ya obur olamazdı. Borchert ile karşılaştırıldığında, hiçbir yerde bulunamadı. Hikayeleri, insanların manevi yıkımını, askerlerin trajedisini, yıkılan şehirleri, yıkılan hayalleri, çaresizliği ve çaresizliği anlatır. Bu nedenle bu genç yazar, 2. Dünya Savaşı sonrası dönemin değerli Alman yazarlarından biri olarak kabul edilir. Bu nedenle savaşın yıkıcı etkilerinden, insanların çektiği acılardan ve çaresizliklerden bahseden kısa öyküleri ve oyunlarıyla tanınır.

Geçen Salı günkü seçkiden ‘Ağır Toplar’ başlıklı ilk hikayede, ‘Kahve Ne Kötü, Bu Kadar mı?’ Hikâyede olduğu gibi yine Allah ile ilgili meselli sözlerle karşılaşıyoruz.

“Geceleri saatlerce oturdular. Uyumadılar. Sonra biri dedi ki:
Ama Allah bizi böyle yarattı.
Ama Tanrı’nın bir mazereti var, dedi obur, Tanrı’nın gerçekte var olmadığına dair.
Yani o yok mu? diye sordu ilk.
“Tek mazereti bu,” diye yanıtladı ikincisi.
Ama biz… biz varız,” diye fısıldadı birincisi.
“Evet, biz varız,” diye fısıldadı obur.(2)

Borchert muhtemelen Tanrı’nın başına gelenleri, düşen atom bombasını, milyonlarca insanın katledildiğini, yüzlerce şehrin yıkıldığını görünce sessiz kaldığını düşünmüştür, çünkü yukarıdakine benzer kısa öykülerinde sık sık benzer sözcükler kullanır.

Hiç şüphe yok ki ölüm, eninde sonunda her canlıyı bulacak olan biyolojik bir gerçekliktir. Ama hayatta kalanlar için ölümü bir trajediye dönüştüren belki de en kıymetli şey, gençlerin bu şekilde hayattan uzaklaştırılmasıdır. Bu, Borchert’in de neden bu kadar sert bir ifade kullandığını açıklıyor. Sözleri, “Bütün bu acıların sebebinin insanlık olduğunu biliyorum, Tanrım, neden meydana gelen bu korkunç trajediyi durdurmuyorsun!” demek üzere.

İnsanlık yıkıcı bir savaşa teslim olmuştur ve geriye ölüm, bela, kaygı ve çaresizlikten başka bir şey kalmamıştır. Çünkü dünya artık hayatta kalanların korkudan kaçmak için ıslık çaldıkları devasa bir mezarlıktan başka bir yer değildir. Lapa Lapa Kar adlı hikâyesinde, karakolda bekleyen bir askerin ruh halini o kadar güzel anlatır ki, yazdığı kişi sıradan bir asker değil, kendisi zannedilir:

“İşte o zaman şarkı söylemeye başladı. Korkuyu duymamak için yüksek sesle şarkı söylüyordu. İç çekişi duymamak için. Donup kalmasın diye. Şarkı söylüyordu. Ve artık duymuyordu. korkuyu duydu. Noel şarkıları söylüyordu ve artık iç çekişi duymuyordu. Yüksek sesle Noel şarkıları söylüyordu. Çünkü Rus ormanında gece mavisi dallarda kar birikmişti. Çok kar vardı.”(3)

Mezarlıkta şarkı söylemek insana kaygıyı unutturan bir jesttir ve bu aynı zamanda insanların kayıtsız kalma arzusunun bir ifadesidir. Binlerce ölü askerin ortasında nöbet tutan ve yakında öleceğini düşünen bir askerin sözleri değilse nedir bunlar?

Borchert’in alışılagelmiş kalıpların dışına çıkması, kendine özgü bir edebi dünya kurması, Tanrı’yla kargaşası, umut ve umutsuzluğunun nedeni dışavurumcu bir yazar olmasıdır. Allah’ı suçlamasının aslında bir dua olduğu ve ölümünü anlatırken hayatın ve umudun kutsallığını göstermek istediği açıktır. Sanırım insan öldürmek için değil ama öldürmemek için bir Tanrı’ya ihtiyaç duyar. Borchert’in sesinin kısa öykülerinde isyanı ve umudu çağrıştırmasının nedeni bu olsa gerek. Jean Paul Sartre’ın Paul Nizan’ın ‘Aden, Arabistan’ romanına yazdığı önsözdeki bir pasaj geliyor aklıma.

Nizan ayağa kalkıp bazı gençlere diyecek ki: Tevazudan öleceksin, istemekten çekinme, azla yetinme, vücudunda dönüp duran ve savaşan korkunç güçleri serbest bırak, istemekten çekinme. imkansız için: ihtiyacımız olan şey bu. Diğerlerine ise, öfkeni yaratanlara yönelt, acından kaçma, sebeplerini bul ve ortadan kaldır derdi.(4)

Kuşkusuz Borchert yaşasaydı ve Sartre onun hakkında yazsaydı, muhtemelen bu genç adam için de aynı şeyi söylerdi.

Polat’ın hazırladığı ‘Geçen Salı’ derlemesi, okuyucuya Bortchert’in metinlerini ortada görme fırsatı sunuyor. Derlemedeki öykülerin özellikle “Edebiyatın Sıfır Noktası” ya da diğer adıyla “Yıkım Edebiyatı”na ilgi duyanlar için ilgi uyandıran, çok şey öğreten ve duygularıyla okuyucuyu derinden etkileyen öyküler olduğunu belirtmek gerekir. isim.

bir. Seçilmiş Alman Hikayeleri, Çev. Melahat Togar, Cem Yayınevi, 2. Baskı İstanbul, S. 56
2. Wolfgang Borchert, Geçen Salı, Düzenleyen Nilgin Tanış Polat, Çev. Tuna Cahit Gençyılmaz, s. 20
3. Wolfgang Borchert, Geçen Salı, Düzenleyen Nilgin Tanış Polat, Çev. Tuna Cahit Gençyılmaz, S. 24.
4. Paul Nizan, Aden, Arabistan, çev. Şule Çiltaş, Kanat Yayınları, S. 9

haber-darica.com.tr

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Başa dön tuşu
istanbul escort
istanbul escort
istanbul escort